Rüzgarla Konuşan Şehir: Tebriz

Gecenin yavaşça sabaha döndüğü anlarda, Tebriz’in içine doğru yol alırken, içimde garip bir his vardı. Ne tam olarak tedirgindim, ne de sadece heyecanlı… Sanki buraya daha önce gelmişim gibi bir tanıdıklık duygusu çöreklenmişti içime. Belki de rüzgarın taşıdığı toprak kokusuydu tanıdık olan, belki de insanın içini titreten Füruğ Ferruhzad’ın sesiyle yükselen Farsça şiirlerin buruk melodisi…

Tebriz’in tarihi kapalı çarşısına gitmeden önce, kaldığım küçük hostelin sahibesi Sholeh bana bir sabah pazarı tavsiye etti. “Turistler oraya pek gitmez” dedi, “ama asıl hikaye oradadır.” Hostelden, elimde bir harita olmadan, sadece tarif ettiği yönleri takip ederek sokağa attım kendimi.

Sokağın köşesini döndüğümde pazarı gördüm. Bir kadının ellerine takıldı önce gözüm. Zeytin satıyordu. Ellerinde derin çizgiler vardı, tırnaklarının kenarına işlemiş toprak izleri… Beni görünce başını hafifçe eğdi ve bir şeyler mırıldandı. Tebessüm ettim. Yanına oturdum. Dilimiz bir değildi ama insanın içindeki sessiz diller bazen kelimelere ihtiyaç duymaz.

Bir zeytin uzattı bana, kendinden emin bir bakışla. Tadına baktım. Ekşi, tuzlu, ama tuhaf bir şekilde huzur verici.

Tebriz Kapalı Çarşısı, dünyanın en eski ve en büyük kapalı pazar yerlerinden biridir. Ama sadece büyüklüğüyle değil, yaşanmışlığıyla çarpar seni. Girdap gibi içine çeker. Ahşap kirişlerden sarkan lambalar, yorgun taş duvarlar, satıcıların sabırla beklediği loş dükkanlar…

Bir dükkana girdim. Ebruli desenli bir şal dikkatimi çekmişti. Satıcı bir kadındı. Adı Ziba’ydı. Gülümseyerek yaklaştı, sonra bana çayı işaret etti.

Küçük bir ocakta kaynayan çaydanlıktan iki bardak doldurdu. Oturduk. Ben ona Türkiye’den geldiğimi söyledim. O ise, “Ben hiç çıkamadım Tebriz’den,” dedi. Sesi hüzünlü değildi, kabullenmişti belki de. Ama gözlerinin kenarında bir hayal kalıntısı vardı.

Sonra sessizce, kendi dokuduğu şalları gösterdi. Her biri bir öykü gibiydi. “Bu renk, kız kardeşimin gelinliğinden… Bu desen, annemin bahçesindeki nar ağacından…” dedi. Ellerini izlerken düşündüm: Bu kadın, her ilmikte bir hayal yaşatıyor, belki de kendini saklıyor.

Kapalı Çarşı’dan ayrıldıktan sonra bir yön duygum kalmamıştı. Bilinçli olarak kaybolmayı seçtim. Dar sokaklara girdim. Her biri başka bir zaman parçası gibi. Bir evin penceresinden hafifçe bir müzik duydum. Çocuklar kapının önünde misket oynuyordu. Üzerimdeki yabancılık hissi, her adımda biraz daha çözülüyordu.

Bir duvar dibinde oturmuş yaşlı bir adamla karşılaştım. Saçları bembeyazdı, bastonunun ucuyla yere şekiller çiziyordu. Bana baktı, “Türkiyeli misin?” dedi Türkçe. Şaşırdım. Yüzümdeki ifadeyi görünce güldü. “Biz de buradayız, unuttular bizi belki ama biz hala buradayız,” dedi.

O an, Tebriz’in sadece Farsça ya da Azerbaycan Türkçesiyle konuşulan bir şehir olmadığını anladım. Burası, katman katman kimliklerin, unutulmuş hikayelerin, susturulmuş dillerin sessizce yaşadığı bir yerdi.

Gün boyu farklı kadınlarla tanıştım. Biri eski bir sinema binasında temizlikçi, diğeri el işi satan genç bir anne… Hepsi başka bir yönünü anlattı şehrin. Ama ortak olan bir şey vardı: sabır.

Bir kadının bana söylediği şu cümle hala kulaklarımda:

“Biz burada rüzgarla konuşmayı öğrendik. Çünkü bazı kelimeler bize yasak.”

O anda anladım. Tebriz’in sokakları, aslında fısıltılarla örülmüş kadın hikayeleriyle doluydu. Ve ben, bir yabancı olarak onların bakışlarında, yasaklı ama dirençli bir baharın çiçeklerini görmüştüm.

Akşamüstü El Gölü (Şah Gölü)’ne gittim. Yapay bir göl etrafında yürüyen insanları izledim. Ağaçların arasından süzülen turuncu ışık, gölün yüzeyine yansıyordu. Her şey durgundu, ama içimde bir şey hareket etmeye başladı.

Bir banka oturup defterimi çıkardım. Yazmaya başladım. Sanki yazmasam, bu his kaybolacak gibiydi. Bir not aldım kenara:

“Tebriz, konuşmayan bir şehir değil. Sadece seni dinleyip susmanı istiyor önce. Sonra anlatıyor her şeyi, usulca. Bir annenin ninnisi gibi…”

Ertesi sabah ayrılmadan önce hostelin kapısında Sholeh’e teşekkür ettim. Elime küçük bir kese verdi. İçinde kendi diktiği bir lavanta kesesi. “Gittiğin yerlerde seni korusun,” dedi.

Tebriz’den ayrıldığımda içimde bir eksiklik değil, bir doluluk vardı. Çünkü bu şehir, bana sadece tarihini değil, insanlarının kalbindeki yankıyı da göstermişti.

Ve artık biliyordum: Bazı şehirler seni unutmaz. Çünkü sen, onların sırrını bir parça olsun duyabilmişsindir.

“Fatih, neden devamlı İran’a gidiyorsun?” dediklerinde anlattığım pek çok hikayeden yalnızca birini paylaşmak istedim.

Yazıya ilişkin düşüncelerinizi yazabilir, merak ettiklerinizi sorabilirsiniz.

Yorumunuzu girin.
Lütfen adınızı buraya girin.