İran’ın Yezd şehri… Burası Zerdüştlerin kalesi. Eski kent bölgesini adımlarken sanki tarihte başka bir döneme gidiyorsunuz. Farklı hislere kapılıyor, ruhunuza şehrin dokusu ilmek ilmek işleniyor.
Şehrin dar, labirent sokaklarında kaybolurcasına dolanırken sığıntı bir yerden hasbelkader konuşma sesleri duyuyorum. Sese doğru yöneldiğimde üç kişiye rastlıyorum. Kapı eşiğinde tebessüm ederek “esselamu aleyküm. Ya Muhammed, Ya Ali” diyorum. “Ya Ali” diyerek selamımı aldıktan sonra içeri buyur ediyorlar.
Biri Zerdüşti ve diğer ikisinin Şia İranlı olduklarını öğreniyorum. Halı dokuma ve yıkama işi yapıyorlar. Yerde oturan genç arkadaşın bacağı kırık! Yanımda oturan beyaz gömlekli Zerdüştinin ise baş parmağı yok! Onlar Türkçe veya İngilizce bilmiyorlardı ben ise Farsça. Ancak bizi birbirimize yakınlaştıran gönül diliydi. Ağızlar susmuş kalpler konuşuyordu.
Yarım saate yakın oturduk. Demledikleri has İran (Lahican) çaylarından üç bardak içtim.
Ayrıca Okuyun: Pers İmparatorluğu’nun Başkenti: Persepolis
Kalkmak için kendilerinden müsaade istemiştim. O an yerde bacağı kırık halde oturan genç ayağa kalkmak üzere doğrulmaya çalıştı. Belli ki misafirperverliğini her ne pahasına olursa olsun göstermek ve beni uğurlamak istiyordu. Kalkmasına engel olup bir tarafını incitmemesi için sağ omzuna elimi koydum. Bana bakan kahverengi gözlerinin içinin gülümsediğini gördüm. Bu esnada, gözlerimin içine bakarak “Ya Muhammed, Ya Ali” dedi ve başını yere eğdi. Gönül dili tam da böyle bir şeydi işte. Velhasıl, genç arkadaş ile vedalaşmamız da bu şekilde olmuştu.
Hikâyeme konu olan diğer iki kişiyle de (biri Zerdüşti, diğeri Şia) birbirimize sımsıkı sarılarak “Khodafez/Hüda Hafız (Allah’a emanet ol)” dedik. Yüzler gülüyordu. Onlar işlerine kaldığı yerden devam ederken, ben ise yeni hikâyeler toplamak için tekrardan kendimi şehrin sokaklarına atıyordum.